30 Nisan 2010 Cuma

;)

acilara gulumseyen anilarim, arsiz duygularim var....
evet hayyat son sozu soyler ama, benim de cumlelerim var....

negfretlik bir sesten, tapilasi sozler kulagimda, kadikoy, bostanci dolmusundan kalma...
simdi evde kapkaranlik bir odada karanliktan gelecek oculerden korkmakta.
.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Dilimde ki kesik...

Kutuplarda ayı avcıları buzların içinde jilet kadar keskin bir baltayı yerleştirip keskin tarafın üzerine biraz kan sürerlermiş. Bunu bilmeyen ayı gelip kanı yalarken dili kesilirmiş. Ama kanın tadından dilinin acısını fark edemez,kendi kanını yalamaya başlarmış. Damarlarındaki kan tükenince,olduğu yere yığılırmış. Avcı da gelip derisini yüzermiş. Avcılar ayıları kurşunlarla vururlarsa, ayının postu delineceği ve çok para etmeyeceği için bu yolu denerlermiş.

Bir şey anımsattı mı? Bana dilimde ki kesiği anımsattı... Sebebini farkettirdi belkide...

Av olmanın ne kadar kolay olduğunu gördüm, ağzımıza çalınacak bir lokma balın nelere kadir olabileceğini gördüm... Biz bir lokma ile yetinirken bizden neler alınabileceğini gördüm... Hayatta yıkılmam yere hep ayaktayım diyen birinin bile ufak bir zayıf noktasından kesilerek (zayıf nokta hep çok sevilendir ve kendisinin zayıf nokta olduğunu bilendir hep nedense...) yere yıkılmasının ne kadar kolay olduğunu gördüm...

İnsanoğlu işte, hayvanlara da birbirimize de av mantığıyla yaklaşıyoruz neticede...

cezmi abimizin kitabında okumuştum bu yazıyı.. okuduğum anda sızlamıştı dilimde ki kesik... İşte o kitapta yazanlar;

Yolculuğunda kendinize en yakın anınızdır dilinizi kanattığınız o an çünkü yaşamla da hesaplaşmaya başlamışsınızdır yaşananlarla da...
Hem bihaber davranışlarınız hem de ulu orta yapışkan alışkanlıklarınız can damarından yakalayıp sizi yere sermeye çalışacaktır elbette... Elbette sizde ona direneceksiniz, direncinizin yettiği yere kadar... Yetemediği yerde de yere yığılacaksınız.
Ve ve acı olanla bir kez de ölü olduğunuz o ilk an buluşacaksınız... O an kadavranız yerde, üzerinde-sayfalarında magazin ve intihar haberleri ile- birkaç gazete örtülmüş... Gezinen ayaklar ve bakan meraklı gözler altında,- aslında tam da bakan ve gezinenlerin yakın sonlarını anlatan bu tarih suretindeki resmediştir bu- her şeyin durup yeniden düşünülmesi gereken anıda beraberinde resmeder kanayan yaraya... Yaralarımızın kanamasına birde dilimizin kanaması eklenince vay haline o zaman... Uzayan sadece kendine ömür bulmaya çalışan 'aslında hepimizi uçuruma sürükleyen bir türlü farkına varamadığımız  belirlenmişliklerimizdir'aslında............oysa tufanını duygularımızın ve kendimizden bile saklamaya çalıştığımız karanlık istemlerimizin önüne geçebileceğimiz
Direncini taşıyabilirsek Bilinen bir öteki yüzü var elbette, kaygılarımızın kırılma noktasında... Kendimize dur diyebileceğimiz, kendine dur diyebilecek dinamiklerle örtüşebilirsek...

Bir dikme taş kılıksız bir derede bir anda dönüşebilir anlamlı ve kıymetli bir anıt'a

22 Nisan 2010 Perşembe

nokta.

nokta
acılardan daha büyük bir yer yoktur
bir tek evren var, o da kanayan bir evren
p.neruda
----

yine nokta..
hatta yetmez buraya nokta..
buraya gerek üçnokta...

. . .

20 Nisan 2010 Salı

Düş[(ün)(eme)]mek

Hey blog selam...

Sana bir şeyler yazmak istiyorum ben ama ya yüzeysel olacak yazdıklarım şu an, ya da bodoslama derine giricem.. Arada düşünemiyorum, arada konusamıyorum bu aralar...

Ya boş boş bakıyorum, boş düşünüyorum.. Ya da sürekli hayatı sorguluyorum nedense...

Çevremdeki insanları inceleme gibi bir huy oluştu bende, napıyorlar, neler dinliyor neler konusuyorlar, susuyorlarsa nelere susuyorlar, nasıl yemek yiyor ne tarz giyiniyorlar bla bla bla... Bunlardan ruh hallerini çıkartmaya çalışıyorum becerebildiğim kadar..

Ve görebildiğim tek şey çevremde, kocaman bir yalnızlık ve büyük büyük çemberler(ahhh blog taktım ben bu çemberlere, kafamın müsait olduğu bir gün çemberide yazacağım sana hatırlat)... Herkes bir hayat telaşında bir yerden bir yere yetişme çabasında koşturuyor. Kimi çalan telefonuna utangaç gözlerle aa canım bende seni arayacaktım ne zamandır. Hep aklımdasın aslında ama bir türlü denk gelemedik diye yalanlar uyduruyor istemsiz, kimi neden beni hiç aramadın diye sitem ediyor, oda aramamış olmasına rağmen...

Kimi iş yerinde çok çalıştığından şikayetçi hızlı hızlı yemegini yemek yiyor. Sanki bulunduğu yerden bir an önce kaçmak arkadaşlarından bir an önce uzaklaşıp kendini kocaman yalnızlığının içinde işe boğmak ister gibi, kimisi de belki biraz konuşabilir, birşeyler paylaşabiliriz edasıyla tabağındakilerle oynuyor yemeği uzatıyor yalnızlığında boğulmamak için...

Yani blog yaşam sürecimizi iyileştirdikçe zaman (sadece iletişimden bahsetmemekteyim.) bizi kocaman bir yalnızlığa itiyor sanki...

İnternette, telefonda e-mailde anlatabilirken bütün istediklerimizi, yüz yüze geldiğimizde sanki sadece suskunluklar anlatıyor gibi bizi... Böyle olmadık mı son zamanda, yazabilir ama konuşamaz olmadık mı? iki bilgisayar verseler arkadaşımızla buluştuğumuzda bize, sanki konuşmaktansa daha iyi yazabiliriz yan yanayken bile...

Offf.. yine saçmalıyorum.. ciddi ciddi iş edindim saçmalamayı..

Sen boşver bunları blog, saçmalıklarımı affet... Sanırım kendi yalnızlığımı örtmek düşünmemek görmemek için sürekli insanların davranışlarını yalnızlıklarını incelemekteyim bu ara...


Derine de inmeden yüzeyselde olmadan, yine anlatmak istedikklerimi anlatamadan sona geldim bile bak..
Buda böyle bir yazı olsun. İsmi de düş[(ün)(eme)]mek olsun...

Görüşürüz blog. Daha keyifli yazılarda görüşürüz.

16 Nisan 2010 Cuma

Ankara'da aşıık olmamalı insan...

Çok Severdim bu şiiri, hala da severim... kim yazmiş kime yazmış bilmem ama severim..
Paylaşmak istedim, öylesine...

Kaç alın yazdıysan bana, kendimin saydım biliyorsun.
Kaç adım kaldıysa adına, zincirleme kazadır hepsi…
Sussam,
gözlerin neyi hak edecek ki…
Yarı çıplak bir iklimin serüvenine takılmıştı gözlerim.
Kabuğu soyulmuş, hamsı cinnetlerin tadını çıkarıyordum.
Sene bilmem kaç.
Gürül gürül yanan gözlerinin sahte teferruatında kızartırken aldanmışlığımı,
üzerine yeminler ettiğin adımdan tiksiniyorum.
Helalinden saydığım ne varsa, ağzımda paramparça.
Kaldırıp atmaya tenezzül etmediğin serseriliğime paha biçiyorum.
Benim senin kadar acemi terklerim olmadı…
Söylediğim her ‘hayır! ‘dan kaçmak isterken, karşıma ustalığın çıktı.
Ardıma bakarak irktiğim oldu, aklımı başıma seferber edemeden yittiğim…
Hepsinden habersizsin!
Kendisi toplamlarından çıkarıldığında,
toplamlarının toparlanamadığı bir hesapsızlıkken sen,
hesapta olmayan üveyliklerin zamansız yordu.
Şimdi kalkıp gitmek vardı içinden…
Neden durup bakmadın parmaklarıma basarken?
Neden ’sür! ‘ dedin kelimelerini, cahillik diz boyuyken saltanatında?
Su toplamış göz bebeklerime batırdığın çuvaldızlar, kendine iğnesiz şimdilerde.
Başkasına başkalaşmayacak değilsin!
Yeter ki, rahat bırak elif- ba’larımı…
Düş-tün,
Düştüm…
Düş tümceli italiklere uğurlarken mağrurluğumu, gözümden düştüm.
Koridorlara sığdırdığım kentler soğudu, kalbim ürpermiyor artık ölülerden.
Senin de bir ölü olmadığını kim ispatlayabilir?
Kim kaldırır yol üstü cinayetlerinden aşklarını?
Limanını terk ettiğin gemilere dönmeye gücün yok!
Tükeniyorsun, görmüyor musun?
Bu sıkı yönetim,
bu karatma geceleri,
bu suç, sokağa “çıkma” yasağını yasaklamak için avutulmuştu günlerce ellerimizde.
Yazık! Aforoz ettin aklımı hiç yere.
Kurallı- bileşik suçlarına suç ekledin.
Susuyorsam, cezanın da bir suç olduğunu bildiğimdendir.
Susuyorsam, kahrolsun hümanizm!
Susuyorsam, cinayetsin bakışlarıma…
Yalnızca başını hatırladığım ilkel bir yalnızlığın belirginliğiydin.
Arada başı bozuk ispiyonlar vardı, bacaklarımdan düştüğün yollar…
Dizlerime sahip çıksaydın, anlardın alnında ağrıyan kış uykularını.
Bilseydin, bu kadar ürkmezdin kendinden.
Ki yoktun sen.
Yoldun ya da.
Ve ben seni, “yolculuk” oynarken kaybettim.
Yollarımda, mızıka çalan şehla şehirler yoktu.
İntihar süsü verilmemişti henüz aşklara.
Şehirlerarası bakışmalar olanaksızdı.
Kelime oyunları, boynu bükük zafer işaretleri kadar coplanmamıştı “nezakethanelerde…”
İşte bu yüzdendi bütün kazalara “sen” deyişim,
işte bu yüzden düşüyordun alfabenin en kaygan yerinden.
Yıldızlarca değil, yıllarca uzaktın benden.
Gökten üç elma düşse, ağlardım gizliden…
Kendime gitmenin vaktini geçiyor yelkovan kuşları.
Ne çıkar tutmuşsam saçlarını rüzgarın, koşmuşsam peşinden ciğerlerim patlayana kadar,
caymışsam sevdamın ev sevdi yerinden.
Bir ayvaz ağıdı seğirtip yakaladı işte şahdamarımdan.
Ne fark eder beni sevmişsin, sevmeye yeltenmissin, sevmemeliymişsin…
Ben kendi aşkımdan sorumluyum!
Kentsizliğine acıyorum kahkahalarımla.
Cesedindeki şiirleri yolduğun tırnaklarımdan soyunuyorum.
Seni bağışlamıyorum!
Ne kendime,
Ne yollara,
Ne de vaadi yitik istirhamlara.
Bugün, saçlarımı kestim zülfükarla. Belki artık beğenmezsin beni.
Sola dönüşü olmayan tabelalardan, bir gün sökeceğim sokağını
ve öylece kaybedeceksin beni ciltsiz kusurlarımda.
Beni hep arayacaksın…
Kilometreleri ben koymadım ki oraya!
Neden “bitsin! ” denilen yerden sökülmüyor bu sevda, mani oluyorsa sana?
Neden masallarla uyuttun kulağıma söylediğin türküleri?
Hiç hakkım yok mu uçaklarla selam söylemeye gözlerine?
Hırpalanmış sesinin içinde bile, suçunu gizleyecek kadar suçlusun!
Gökten üç elma düştü,
Gözümden üç kent,
Ağlamadım açıktan…
Anladım.
Ankara’da aşık olmamalı insan…

dün bugünün habercisiydi... bildim, birşey yapamadım.

Dün yine değişik karmakarışık saçma bir gündü... Akşam çok güzel bir yemek, sevdiğin insanlar, hoş bir sohbet, yeni bir arkadaşlığa ilk adım, güzel bir film.. Yani eğlenceli bir zaman dilimi...

Sonrasında ev, telefonlar, karmaşa, kaos ve hüzün...

Akşam ne kadar güler yüzlüydüyse, o kadar ağlamaklıydı gece de..



Dün olan tüm kötü şeyler bugünü ve yarını hedefliyor, biliyorum bu karmaşa git gide artarak üzerime dogru geliyor ve ben hiç bir şey yapamıyorum kendimi kurtarmak adına!

Kafam karışık blogcuk, hayat bayağı bir kilo almış bu aralar ve inatla sırtıma binmek istiyor..

Nasıl yapmalı? Nerelere kaçmalı??

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ay sonunun dayanılmaz hafifliği çöktü üzerime :)

blogcuk bana birşeyler oluyorr :)

nasıl bir keyif yapıyorum bir bilsen :)))
şimdi anlatıyorum bak dinle :) 30 tane firmam ve bu ay yazılması gereken 5 tane projem var.. Bu ne demek? Ay sonuna kadar bir dakika durmadan çalışman gerekiyor nefertiti demek.

Pekimm nefertiti ne yapıyor? Dirseğini masaya dayamış, elini çenesinin altına koymuş boş boş miskinlik ediyor. Hatta utanmamış koltukta arkasınaa yaslanmışşş öylece bakıyor karşıya sanki iş yerinde değilde tatil kasabasında mubarek :) bir güneş gözlükleri birde votka portakalı eksik.

offffffffffffff.... Aslında bir dünya iş var yapılmayı bekleyen. Hatta sıkıştımmmmmmm, yetişmeyecek ki bu işler. iş bu raddeye geldi ya, şimdi daha bir tatlı geliyor oturmak!! Hiç başlama niyetim yok ne kadar geciktirirsem o kadar zararına oldugunu bildigim o işlere. inatla otururum öyle, kocaman gözlerimi devirdim kapıyı seyrediyorum :) düşünüp duruyorum boş boş..

Hoşgeldin bahar, keşke birazda çalışma şevki getirseydin.. :))

Sabahlar olmasınnnnn! diyorum.. ve ekliyorum ben bu keyifle gidersem bu gidişle ay sonuna kadar zaten sabahlar olmayacak çalışmaktan :))

uykucu kedicik.















Dün öğle yemeğimizi yedikten sonra şirkete gitmeden bir çaybahçesine gittik.. Malumunuz dün benim keyif günümdü, işi gücü serip tüm gün kendimi hayladım :)) O çaybahçesinden bir kedicik işte.. Kedicikk sana bir çift sözüm var!! Bende senin gibi böyle uyuklamak, o çay bahçesinin duvarında böyle uzanmak, önüme gelenin yemeğinden bir parça ısırmak sırtımı güneşe verip gözlerimi böyle kısmak, dünya yansa umursamamak istiyorum...

13 Nisan 2010 Salı

formspring.me

Ask me anything http://formspring.me/nefertiiti

12 Nisan 2010 Pazartesi

daralmak

blogcuk, galiba kafayı yiyorum!


Kendim kendime agır geliyor bugün. Kirpiğimin kenarında bir damla yaş var akmayı bekleyen; ne akıyor, ne kuruyor anlamıyorum!

Saçma sapan tripler fırlatıyorum çevreme de asıl kırıldığım kişiye tek laf edemiyorum.

Neden hep zor olmak zorunda hayat. Niye komplike herşey? Beynim neden düşünmeyi bırakmıyor arasıra! Tatil istiyrum beynime, bir uçak bileti alıp taaa canada'ya yollamak istiyorum onu. Biraz huzur bulabileyim diye..

Kimseye inanmak gelmiyor bugün içimden, iyi olan hiç bir şeyi düşünmek istemiyorum. Her şey kapkara tüm yollar tıkalı çıkışları bulamıyorum.

O bir damla yaş aksa bunların hepsi bitecek biliyor ama akıtamıyorum...

Ruhumu tırnaklayasım içimi kanatasım var... Küçük bir kkaplumbaga olasım evimi sırtıma alasım içine saklanasım var.

ilk bulduğum kucaga yatasım, saçlarımı okşata okşata uyuyasım var... Anneeeeeeee nerdesin anne?

blog adım değiştiiiiiiii =)

Efett kendi adımıda blog adımı da değiştirmek durumunda kaldım :) Hala minik bir kaplumbağa olsamda mecburiyetler dogrultusunda profil yenilemeye gitmek zorunda bırakıldım!!! Hayat işte insanoğlu kuş misali :)

Pekiimm neden kırıkbiblo o da ne ola ki diyenler için;

Bknz: (eski tarihli bir yazımız)... Aslında biraz depresiftim bu ismi alırken yine birilerinin yerine konmuşum gibi hissediyordum.Nedense beni hep birilerine benzetirler, birilerinin yerine koymak isterler. Nedendir bilmem, olmamı istedikleri kişi olduğumu düşünür, sonra o kişi gibi davranmadığım durumda da bana kızarlar :) iyi de kardeşş ben mi dedim beni benzet o san diye! Hatta ben nefret bile ediyorum böyle düşündüğünüzde.. Ben kimse değilim, ne eski sevgilinizim sizi çok seven, nede bırakıp giden size küsen arkadaşınızım. Kim senin hayaletlerini aramayın artık bende! şu an iyi hissediyorum o nedenleri çok derinine inip anlatamıyorum konuları neyse siz yazıyı okuyun anlarsınız ne demek istediğimi :) neşeli olsaydım dün akşamsı, ağlamiyor gülüyor olsaydım, tam mideme bir sızı saplanmamış olsaydı, boşlukta süzülüyor gibi hiissetmeseydim daha neşeli daha cıvıltılı bir isim bulurdum kendime.. Ama artık yeter değiştirmiyciiiiiiim :)
Haydi sustum başlasın yazımız! :)


Kırık biblo

apaçık ortada olan şeyi zorlamak niye? neden bu çaba.. düzelmeyecek ki.. kırılan tamir edilmez ki... yerine yeni/si alınıp konur. kırık parçalar başka başka parcalar eklenerek toplanmaz.. uymuyor uyamıyor.. o parcanın kırıklarından biri degil çünkü...olamaz!..

hani kırılmıstır en sevdiğiniz biblonuz, bir hışım toplarsınız parcaları, yapıstırmak yeniden var etmek istersiniz.. eskiye döndürmek her şeyi, hani kırılmadan öncesine.. hani o dolabinizin kenarindan size gülümse/digi günlere.. ama bir türlü oturmaz o parcalar yerine, bir kaç küçük belkide en büyügü özü! parça yoktur cünkü artık ya da incinmiş kaybetmiştir yapısını.. ugrasırsınız ugrasırsınız ugrasırsınız.. bir türlü denk gelmez! olmaz eskisi gibi..  illaki catlakları görünür, illaki boşluk/tur küçükde olsa bi kısmı..

acıdır işte bunun adı; eskiye dönememenin acısı..
işte öyle..

Şimdi birde bu parçalarin birinin hemde en büyügünün kayboldugunu düşünün!.. başka bir biblo, çok benzer/i!.. kırsam? bir parça alsam? koysam oraya... benziyor, oluyor gibi.. kırılan bir biblo olsun... ucuz, alalade bir biblo... senin biblon tamir olacak ya! döneceksin ya eski günlere.. hani o dolabin köşesinden sana gülümse/diği günlere..  olmadı işte bak.. olduramadık alalade biblolarla biblonu, tutmadı öz/ü, benzemedi eskisine.. daha bir somurtkan sanki, biraz daha gül/se.. gözleri ısıldasa biraz! benzeyecek ama.. neden tutmuyor neden olmuyor eski/si gibi? oysa her şey aynıydı.. yapabilirsin sanmıştın!!.. yapamadın işte.

acıdır bunun adı; eskinin yeniyle iyileşememesinin acısı..

ne sen becerebiliyorsun biblonu tamir etmeyi, ne kırılan o ucuz biblo becerebiliyor bu  oyun/u sürdürmeyi...

acıdır işte bunun adı da; üç noktaların acısı..

bla bla blaaaaaaa....

(25.9.2008 02:05)

11 Nisan 2010 Pazar

nerden okudum ben bu yazıyı şimdi! agzıma etti gece gece!!

 Yazı beni fena halde aptallaştırınca, keyfimin düşüncelerimin beynimin içine edince paylaşmak istedim.. Alıntıdır kendileri

Bir düşün gizlendiği karanlıktan seni çekip alacak kelimeleri bulamadım hala. Bulduğun kelimelerin güçsüzlüğü karşında takındığım ezikliğimi anlamandan korkuyorum. Susuşlarım ondan. Oysa sevgi denen şey arsız bir sarmaşıktır demiştim bir yazımda... Arsızlığı karışında ki yenikliklerim tanıdık da, cümlelerimin güçsüzlüğü karşısında ezikliğim çok yeni.


Kelimelerim en etkin silahımken, elimden alınması düşmana yenik düşmüş bir esir gibi bırakıyor beni karanlıkların içine. Öyle bir karanlık ki kılıcı ile kesiyor tüm ışıkları... Işığın kesildiği yerde kör oluyorum. Körlüğün başladığı yerde, doğman neden?


Nedenlerin sonuçlanamadan bir avuç kumla örtülüp, gömüldüğü ve unutulduğu olmadı değil. Unutmadığım, unutmalarla iyi anlaşamadığım için, belki karanlıkları sevmelerim.
Ürkütür ya zifiri karanlık, bir ıslık tutturursun, kendi sesin bile tanıdık gelmez, yabancılaşırsın her şeye. Yabancılığının karanlığında, kendime yabancılaşmam belki de karanlıklara ıslıkla seslenmeme sebep. Karanlıktan çok, kendimi kimsesiz karanlıklarda kaybetmekten korkuyorum... Ellerin nerde?


Islıkla uğurluyorum nedenlerin düğüm olduğu karanlık yalnızlığından seni. Kalemin yüreğime batırılmış bir hançer. Yaramdan akan mürekkebin rengi kan kırmızı. Yarım bir düşün, tam bir gerçek edemediği yarım bir masal şimdi bu öykü... Yarımlığım karşısındaki umursamazlığın neden?


Dudağımda ayrılığın Türküsü. Hoş çakalların erken geleni hasrete dönüşüyor... Islığım o yüzden buram buram hasret kokuyor. Vuslatın bu kadar uzak oluşu neden?


Dar bir pencereden gökyüzünün görünüşü gibi şimdi özgürlüğün. Benim yalnızlığım kadar uçsuz bucaksız ama rengi mavi... Kara yalnızlıklarım da, ışıksız simdi terk et beni!


Islığım hala dudaklarımda, ürkek ve içli. Gelişin gibi, gidişinde yalnızlığımdan koparamadı beni...Varlığında yokluğunu yaşamaktansa, yokluğunu yaşarım kana kana. O zaman yokluğunda ağlamalarım neden?

Dediğim gibi; Yüreğin varsa, hadi şimdi terk et beni!

Yoksa yüreğimdeki yaradan damlayan kan boğacak bizi...

10 Nisan 2010 Cumartesi

büyükk adaaa!!!



bugün büyük adaya bisiklet sürmeye gittik. Ne kadar uzun süre olmuş bisiklet sürmeyeli...Tam bir ada turu yaptık, durmadan.. bisikletleri elimize alıp yürümeden.. Yoruldum, bacaklarım iflas etti... Sigaraya bir kez daha lanet ettim, ama değdi. Sevdiğim insanlar, temiz hava ve spor...

Günler sonra ne iyi geldi...

Şimdi arkadaşta, ikinci şişe şarapta, keyfe dem vurmaktayım...

Hayat güzel, kim ne derse desin...

9 Nisan 2010 Cuma

Mizan Nedir? Gelir Tablosu Nedir? Bilanço Nedir?

Bilmiyorum!! Bilmiyorum!! Bilmiyorum!! tamam görünce hepsini tanıyorum fakat, mizan ne işe yarar gelir belgesi nedir? Nasıl okunur bu meret dosyalar anlamıyorum ki? muhasebeci miyim ben? Bana neden soruyorsun kısa vadeli borçlar toplamını,  hakediş gelirlerini? Proje yazar Proje okurum ben bilmem ki mizan falan? Sonra kafam karışır öğlenin bi köründe 12:30 da firmayı ararım! Sanki herkes benmiş ve onlarda yemek yemiyormuş gibi!!!

- Iığğ ama şey yemekteler(hatta bende yemek yiyordum sen arayana kadar imasında bir ses...)
Haksız mı? Haklı tabi, insan bir saate bakar aramadan! Yemekte olacaklar tabi! öğle tatili diye bir şey var!!!!

Birazdan geri arayacak muhasebecileri,
-aaa onları mı soruyorsunuz, dün gönderdiğim belgelerde vardı oysa.. (salak muamelesi...)
-Gönderdiniz de ımm şey ben bulamadım o kısımları (ben sana hiç ar-ge sistematiğini anlatmıştım haydi yaz bakalım diyor muyum?)

Ve telefon çalıyor...!!!

Neyse ki anlayışlı bir arkadaşımız çıkıyor ve bilgileri hemen göndereceğini söylüyor!
Bir kez daha mahçup, düşüncelerinden ve muhasebe yetersizliğinden utanmış ben! Her seferinde bu kez bulacağım diyip niye evrakları istersin be saf! direk yaz sana gerekli maddeleri onlar yollasın değil mi?

Yaaaaaaaaaa! Yok mu bana muhasebe kursu verecek bir hayır sever?????????

8 Nisan 2010 Perşembe

İnanılmaz bir şey insanın kardeşinin olması :)

Az önce şirketin kapısı çaldı, muhasebeci ablamız kapıyı açıp bana kargom olduğunu şahsi olduğu için imzalamam gerektiğini söyledi :)

Önce bir şaşırdım! Kim bana kargo gönderecekti? Kimse!

Gidip kağıtları imzaladım ve kargocuyu geçirdim :) Gelip kargo paketini açtım, kardeşimden gelmişti... içinden şirin küçük kalpli kırmızı bir jelatin poşet çıktı :) içini merakla açtım ki ne göreyim :) Bir paket çikolata!! hemde en sevdiğimden, jelatini karıştırınca pembe bir postitle poşetin içine yazılmış küçük bir not...

"Seni seviyorum abla'mmmm :) "

Bende seni seviyorum, hem de çok seviyorummm tatlı şirinem benim :))) çokçana da özledim...

İzmir'e sevgilerimle!

7 Nisan 2010 Çarşamba

ismi yok bu yazının kendisi var...

Ay, aslında eğlenceli şeyler yazmak istiyorum ama kendimi de anlatmam gerekiyor?

O zaman şöyle başlayalım, biraz eğlenceden uzak olsun :) Bendeniz herşeyi herkese anlatabilen fakat konuların özünü kendisine saklayan bir kaplumbağayım. Herkes hayattım hakkında fikir sahibi olduğunu ve beni tanıdığını iddia eder ama aslına bakarsanız kimsenin benimle ilgili bir bok bildiği yok. bu blogu açmama neden olanda bunlar zaten, hani demiştim ya, house'un bu haftaki bölümünde (05.04.2010 - digiturkte yayınlanan bölümden bahsediyoruz.) haftanın hastası housenin yeni puzzle seçilen sarışın ablamız -ismini bulmaya çalışsamda bulamıyorum- bir ilişki içerisinde ve erkek arkadaşıyla aynı evde yaşıyordu fakat oda benim gibi hisediyor ve anlatmak istediklerini erkek arkadaşı da dahil olmak üzere en yakın çevresine bile anlatamıyordu. Bu nedenle bir blog oluşturmuş ve blogunda tüm hissettiklerini, en gizli ve özel olanlarda dahil paylaşıyor, blog arkadaşlarıyla -ki benim henüz tek blog arkadaşım bile yok, umuyorum yakında olacak- sorunları hakkında konuşabiliyor, hayatı hakkında hiç tanımadığı bu insanlardan yorumlar alıyordu. O an oymuşum gibi hissettim, aslında yakın hissettiğim ama aramızda daglar kadar mesafeler olan yakın çevremle paylaşamadıklarımı, burada kendime anlatmayı istedim. Hem belki ben kendime anlatırken birileri de dinler ve bana yorumlar yaparlardı, belki bu yorum yapanlarla arkadaş olabilir ve konuşabilirdik, onlar beni okurken bende onları okuyabilir birşeyleri paylaşabilir konuma gelebilirdik??

olur muydu? bilinmezdi... denemeden gerçekten bilinmezdi..

Evet bu ilk yazı, o zaman ismi tanışma olmalı...

Beğenerek izlediğim House M.D. dizisinin son bölümüdür bana bu blog sayfasını açtıran. Bölümde sarışın bir ablamız vardı ve ne yaşıyor ne hissediyorsa bloguna yazıyordu.Etkilendim!. Çünkü tekim bu şehirde ve gerçekten konuşacak, herşeyi anlatacak birisi yok yakınlarımda.

Yukarıda da dediğim gibi ben tek başıma istanbulda yaşayan İzmir'li minik bir kaplumbağayım. Bir kaç ay öncesine kadar ev arkadaşımla mutlu denilebilecek ( hala emin değilim...) şekilde yaşıyorduk. Ta ki o beni delirtene kadar. (Konuları teker, teker daha sonra ele alırım o sebeple bu yazıda detaya girmeme kararı aldım.)

Ve işte bu ayrılık sonrasında tek başına yaşayan evini sırtına ağır geldiği için bir oda bir salon daire tutmuş ve bu daireyide üsküdar civarlarında bırakmış bir kaplumbağanın hayatıdır bu sayfada okuyacaklarınız... (Tabi okuyan birileri olursa şayet..)

Kendi halinde bir şirkette projeler departmanında çalışıyor bu minik kaplumbağa, iş arkadaşlarını, patronunu, şirketini ve çoğu müşterisini seviyor ama çoğu zamanda bunalıyor iş yerinde...

Bazen kaçıp gitmek istiyor bir sahil kıyısına, bazense şehrin ve hayatın en merkez noktasında olmak istiyor.Yalnızlığın getirisiyle yazacak bu sayfaya, en yakınındakilere anlatamadıklarını anlatacak burada, içinden geleni haykıracak, bazen umut dolu olacak yazıları, bazen lanet edecek hayata.. Ama paylaşacak herşeyi burada! En yalansız noktası olacak bu sayfa, en doğruyu yazacak hep buraya..

Minik bazı hayalleri var bu kaplumbağanın hayata dair; bazen bir kırtasiye açıp kitap, defter ve ofis malzemelerinin içinde kaybolmak bazense sinek avlaan bir süs eşyacısı olup ahşap işlemeli biblo ve tablolar arasında kasa başında kahvesini yudumlayıp kitabını okumak gibi...

Tek öğrendiği de bir şey var hayatta; Sev ki sevilesin, mutlu et ki mutlu olasın... Acımaktan, canını yakmalarından korkma... Çünkü çekildikçe sen kabuğuna yükün artar yorulur ilerleyemessin... ama unutmamak gerek ki Ağır Adımları kaldırmıyor Hayat!!!...

Sevgiyle.