10 Haziran 2010 Perşembe

Tanrı affetsin kabuk bağlamayı bilmeyen tek başınalığımı.

Sivri kalp ağrılarım mızıklanıyor yine.
içimin en ücra köşesinde biriken pisliği temizlemeye uğraşmaktayım.. Mazur görün temizlemeye çalıştıkça akan sözcük kirliliklerimi..
Suskunluğumun devrikebir makamında büyütüyorum ömre bedel sunulan harf kesiği ağlayışlarımı. Terlemiş bir uğultu saplanıyor kulağımın örsüne. Çaresiz sesler doluyor zamanın kendini kovaladığı düşlerime. Hazirandan kalma ıssız günlerin alacalığını biriktiriyorum kısır hayatın güncesinde ve inadına üşüyorum düşlerimin buz kesen krağı yanlarından.

düş'e düşmek..


Gecesi olmayan bir kentti dudakların
unutulmuş isimler ormanında
bir çocuğun kanadığı duyulmasın diye
lal menekşeleri açardın
gölgeye

suya varırdı bütün sözler
susardın gecikmişliğinde yolların
cebinde kim bilir ne zaman zulaladığın
o imlasız çakılları
yolcusuz kalan duraklara bırakıp

[ Oysa biliyordun ;
gölgeler terk ederdi ilk
kendi nesnesini...]

tarihi solmuş bir resmin derinliğinde unut;
telefon defterindeki sırça dost adreslerini
ve bu şiiri...
Bırak !
yağmalansın anıların coğrafyası


Ay kırığı düşleri kirpiksiz sabahlara kanama artık

... (alıntıdır, almışım zamanında biryerlerden...)

Düş'ümdeki düşsüz... Düşsüzlüğümde bulduğum düş belkide...

Atlama isteği..

öle işte.

3 Haziran 2010 Perşembe

Kuaförün Kocası filminden..

"Kuaförün Kocası" filmini izleyenler bilir.. Sevdiği adama duyduğu yoğun, o tutkulu aşkın bir gün biteceğinden korkup, böyle bir şeyi yaşamamak için, kendini sulara atan kadının hikayesi.. Mathilde sevgilisiyle aralarında ki aşkın bitmesinden korkar ve aniden intihara karar verir ve kendini kanala atmadan önce sevgilisine bir mektup yazar... işte o mektup...

"Sevgilim..."
"Sen gitmeden ben gidiyorum."
"Arzuların ölmeden gidiyorum."
"Sonra aramızda sadece şefkat duygusu kalacaktı"
"Ve biliyorum ki bu yeterli olmayacaktı"
"Mutsuzluğu yaşamamak için gidiyorum."
"Seninle kucaklaşmalarımızın tadını...
"kokunu..."
"bakışını..."
"öpüşünü de götürüyorum."
"Bana yaşattığın en güzel yıllardan birinin anısıyla gidiyorum."
"Seni öpüyorum, öyle ki bu öpücüğün şefkati beni de öldürecek."
"Seni daima sevdim."
"Sadece seni sevdim."
"Sakın beni unutma..."
"Mathilde."

Böyle aşklar var mı ki hala?

28 Mayıs 2010 Cuma

hayat;

Yıkıntıları üzerinden kaldırmakla uğraşırken sen, gözlerinin yenilerinin üstüne döküldüğünü görmesinden ibaret!

depresifim bugün.
sığamıyorum hiçbir mekana
kendimi hiçbiryere ait hissedemiyorum.
kalabalığın içinde yalnızlıktan kıvranıyorum.

Kaçmak istiyorum karanlığın içine. Koşmak istiyorum soluğum kesilene, ayaklarımı hissedemeyip düşene kadar koşmak...

Siyah şiir...

yürek dediğin;
iki aşk arası mahrumiyet bölgesi...
aşk dediğinse
bu mahrumiyetin içinde hayatta kalma çabası...

Alıntı.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

"Başkalarına muhtaç olmak, ayıp bir şeydir!" İnsanın Bir Başkasına Muhtaç Olduğu Yerdeyim

"Başkalarına muhtaç olmak, ayıp bir şeydir!”

Bu sözünü hiç unutamadım onun. Unutmam da... Kim tarafından ve ne zaman yaralandığını hiç bilmiyorum ama güzel ve çekici bir kadındı. Güzelliği, en çok kendisini umutsuzca özlemesinden kaynaklanıyordu. Güzelliği, yüzündeki yitik seslerden, can çekişen anılardan, yüreğindeki umutsuz kanayıştan geliyordu, en çok...

Kalbinde kirli bir kan birikmişti ve onu bir türlü dışarı atamıyordu. Birisi onu kendisinden kötü ayırmıştı. Kalbiyle arasında, mesafeler vardı. Sevgisiyle arasında, mesafeler... Kendisini ona hatırlatacak birisini arıyordu aslında. Ama karşısına kim çıksa o eski korkusu aklına geliyor, kalbindeki o kirli kan aklına geliyor, tam kendisini anlatacakken birden duvarlarını hiç olmadığı kadar kapatıyor; sonra yine kalbiyle kendisi arasındaki, o derin, o sonsuz, o ıssız boşluğa geri dönüyordu.

O boşluğa geri dönünce de herkesten nefret eden, sonsuz acımasız birine dönüyordu. O boşluğa geri dönünce, karşısına çıkan herkesi kendi güzelliğini doğrulayacak bir ayna gibi görüyordu. O aynaya büyülü güzelliğini ve çekiciliğini anlattırıyor, ona kendisinin ne denli vazgeçilmez ve unutulmaz biri olduğunu söylettiriyor, sonra en az kendisine duyduğu o derin öfkeye benzer bir öfkeyle aynayı hiç düşünmeden sonsuz bir kinle ayakları altında kırıyordu!

Karşılıksız acılarla tozlanıyordu kimsesiz kalbi. Dağılıp gitmemek için, bütün kapılarını kapatmıştı hayata. Duvarlarının gerisinde hem içindeki kötülüğü susturuyor, hem de dışarıdaki kötülüklerin içine girmesine engel oluyordu. Ama kötülüklerden saklanırken, iyi rastlantılara, aşklara, onu uzun yollara çıkartacak olan doğurgan acılara da kendisini kapatıyordu. Ve ne zamandır kalbine, ‘iyilik yağmurları’ yağdırmıyordu.

Adımı duymuş bir yerlerden. Sonra yazdıklarımı okumaya başlamış, bir yazımda da kendisini bulmuş. Günlerce, ısrarla, aradı durdu. Mektuplar yazdı, fakslar çekti... Mektubunun bir yerinde, “Durmadan dibe batıyorum, ne olur kurtarın beni, çürüyorum, çürümekten kurtarın beni!” diyordu. İçimdeki bir ses önce, “Uzak dur!” dedi. Sesindeki o kirli kanama, kalbimdeki çok eski bir korkuya gelip dokunmuştu. Ama ne kadar bekleyebilirdim ki? Ben kendimi biliyorum. Nerede kimsesiz bir aşk varsa, nerede çırpınan bir hayat varsa, kalkıp giderim. Öyle az şey yaşadım ki hayat adına, öyle az şey yaşadım ki kalbim adına, bir de baktım, telefonda, sesim onun sesinde kanıyor, sesim onun sesinde beni küçümsüyor, yargılıyor...

Karşılaştığımız anda, hayal kırıklığına uğradı. Gözlerinden anladım. Beni beklediği gibi bulmamıştı. Aslında onun hayal kırıklığı, ona, “Tamam, görüşelim,” dediğim anda başlamıştı. Benimle buluşmak için yola çıktığı anda... Çünkü yolda eski bir üşüme gibi hatırlamıştı kendisini. Bana gelirken, kendisini eski ve sonsuz bir yenilgi gibi hatırlamıştı. Her şeyi ama her şeyi ezberlemişti. Sevgiyi, aşkı, ayrılığı... Onu bu hale getiren insanın duyarsızlığını bile ezbere söylüyordu. Ve mümkün olduğu kadar etkileyici konuşuyordu. Bense, sadece ağzının kenarındaki o güzel çukura bakıyordum. O çukurda saklıydı sanki, özleyip de yaşayamadıkları. O çukurda gizliydi sanki, bütün masumiyeti...

“Hayat iğrenç,” diyordu, “İnsanlar acımasız... Dünya bize ne kadar uzak,” diyordu ama ben onu çoğu kez dinlemiyor, yanağının kenarındaki o çocuksu derinliğe bakıyordum. Ezbere de konuşsa, öyle güzel ve öyle önemli şeyler söylüyordu ki. Gözlerim sık sık o çocuksu derinliğinden yüzüne, yüzünden yayılan öksüz ışığa ve o savruk, yaban varlığına yöneliyordu.

Bir yerde tıkanıp kalmıştı sanki. Öylesine aynıydı ki insanlar, öylesine benzerdi ki karşılaşmalar, sonunda bir yerde kendisini anlatırken donup kalmıştı. Ayırt etmez olmuştu karşısına çıkanları. O en dipte, o en büyük yenilgisinde, o amansız korkusunda donup kalmıştı. İçinde, sonsuz gelgitler; içinde, dünyanın ilk zamanları; içinde, insanın en eski, en saçma, en tutarsız halleri varken, yaşadığı çağ, yüzüne, kalbine ve bütün özleyişlerine buzul bir dokunulmazlık hediye etmişti. Buzul bir kimsesizlik, buzul bir güvensizlik...

İçindekini yaşamaya kalktığında, hep kaybediyordu. Bu kaybediş bir süre sonra, çoğu zaman kendisinin bile inanmakta güçlük çektiği bir korkusuzluk kazandırmıştı ona. Hayatı umursamadığı, hiçbir beklentisi kalmadığı, kalbinin öldüğüne inandığı için en zor kararları hiç düşünmeden, anında veriyordu. Öylesine umutsuzdu ki öylesine çaresizdi ki hep kazanıyordu. Kazandıkları ona kalbinin biraz daha öldüğünü, duvarlarının biraz daha yükseldiğini hatırlatıyordu. Kazandıkça, kendisine, düşlerine, aşklarına olan mesafe biraz daha artıyor, kazandıkça ömrünü kaybediyordu. Ve bu açığın hiçbir zaman kapanmayacağını sanıyordu, bu büyük boşluğun... İşte bu yüzden geride kalmış, kendisinden daha çok, bu çağa uygun görünen halini küçümsüyordu.

Beni de küçümsedi. Beni de daha öncekilerden saydı. Öylesine yaralıydı ki, beni de o nefret ettiği buzul çağdan saydı. Beni gördü ve duvarlarının ardına saklandı hemen. Ve hemen güzelliğine büyülenmiş aynasını elime verdi. O yorgun güzelliğiyle ve o bitkin nefsiyle ezbere bildiği ne varsa kendisini anlattıktan sonra sustu ve yüzyıllık duvarlarının arkasından beni seyretmeye bağladı. Konuşmamı istiyordu benden, hata yapmamı. O umutsuz çekiciliğinden etkilenmemi bekliyordu. Herkes gibi olmamı, zaaflara düşmemi istiyordu. Duvarların ardındaki yaşamını benim eksik kişiliğimde bir kez daha doğrulayıp evine, odasına, yalnızlığının mağarasına dönmek istiyordu.

Bunu hissettiğim anda, çok eski bir keder kanamaya başladı içimde. Sevebileceğim bir insandı o, ama umutsuzluğunu, imkânsızlığını doğrulamak için gelmişti yanıma. Onu bu denli iyi anlayabildiğim için, son umudunu yıkmamı istiyordu benden. Onu sonsuza kadar sevebileceğimi bildiği için, son kapısını son kez benim kapatmamı istiyordu.

Bana neler yapacağını biliyordum, ama ona kapılmıştım bir kere. Çünkü içimdeki acıyı harekete geçirmişti. Bu acı, onu ve kendimi daha iyi hissetmeme yol açıyordu. Bu acı sayesinde kalbime, iyi rastlantılar, kimsesiz aşklar, başka insanların acıları, yoksulların, çaresizlerin çığlıkları doluyordu. Bu acıyla içime, insanlığın o umutsuz güzelliği doluyordu. Birkaç kez daha buluştuk. O, yine aynasını elime tutuşturup ona kendisini anlatmamı istedi. Ona kendisini anlatmaya başladığım anda, her zaman olduğu gibi aynayı kırıp gidecekti çünkü. Bu yüzden, her defasında aynasını ona geri veriyordum.

Ve o her defasında daha öncekilere ne yapmışsa bana da aynısını yapıyordu. “Aslında sen de parçalanmış birisin,” diyordu. “Sen gerçek değilsin, oynuyorsun,” diyordu. Hiç kırılmıyordum bu sözlerinden. Anlamak istiyordum, çünkü onu. Anlamak istemek, sevmek istemenin bir başka yoluydu. Onun da beni anlamasını istiyordum. İnsanlardan bahsediyordum ona. Yoksullardan, acı çekenlerden, sesi kısılmışlardan... O ise, “Hata yapan bedelini öder, herkes kendisinden sorumlu,” diyordu. Ardından, “Başkalarına muhtaç olmak ayıp bir şeydir,” diyordu. Bu sözlerine katılmıyordum elbette. Kıyasıya tartışıyorduk. Ona, kendisini duvarlarının arkasına kapattığını, bu yüzden hayatını dondurduğunu, kalbini insanlara, onları anlamaya, iyi rastlantılara, aşklara, kimsesizlerin çığlıklarına kapattığını söylüyordum. Ama ne söylerse söylesin, sevmiştim onu. Ölüm gibi, her şeyi bırakmak gibi, umutsuzluğum gibi, umutsuzluğumun ardındaki o delice yaşamak özlemim gibi, sevmiştim...

Anladım, böyle olmayacaktı. Tamam, o duvarlarının ardından çıkmak istemiyordu ama ben de eğer bir gün oradan çıkacaksa, ilk beni sevsin istiyordum. Oysa bu da sevgimin benciliğiydi. Ona duyduğum derin sevgiyi kendimi hiç düşünmeden, zamanın o zehir zıkkım akışına hiç aldırmadan, onun duvarları kırıp parçalaması için feda edebilirdim. Sonunda aşk adına, koşulsuz sevmek adına, hayatımda bana ait kalan her şeyimi ona adamaya karar verdim. Geriye dönebilirsem, hâlâ gücüm kalmışsa, Tanrı'dan onu anlamak ve bütün çıplaklığıyla, bütün savunmasızlığıyla onu anlatabilmek gücü istedim. Başka bir şey değil...

Ve tutup nefesimi, en derine battım. Küçük ihanetlere el sallayıp küçük hayatlara veda edip onun kendisinden bile gizlediği sırların en derinine daldım. Okuduğum okullara, eksik babalara, tarifelere, bana bu hayatta doğru olarak öğretilmiş her şeye, randevulara, küçük tesellilere, o avutucu, o kabullenmiş akşam saatlerine veda edip battım. O arkasını ısrarla görmek istemediğim sarılışlara ve koşullu sevgilere veda edip battım.

Bu kadarını beklemiyordu. O hep yarım itiraflara alışıktı. O hep bir başına boğulmaya alışıktı. En dipte gördüm, yalvarır gibi bakan gözlerini. “Bırak beni, benden hiç umut yok!” diyen gözlerini... Sonra dipte dolaştım bir süre, orada yıkık gençliğimi aradım. Orada boğulmuş öğretmenlerimi, orada yaşadığı her yerde izi kalacağını sanmış, o saf, o çocuk ömrümü aradım. Kimi umutsuzca ve çok sevmişsem artık yapamayacağım her şeyi, orada, o en dipte, onun gözlerinde öğrendim.

Boşluğuna benim gözlerim girmişti. Alışık değildi, boşluğunda ona koşulsuz bir sevgiyle bakan gözlere. “Seni görmek istiyorum,” dedi. Sesi, başkaydı bu sefer. İçindeki donmuş acı harekete geçmişti. Hayatı ve beni daha iyi hissettiği belliydi. “Şimdi, ben ne yapacağım!” dedi. Cevap vermedim. “Acı çekiyorum!” dedi; cevap vermedim. Peki, şimdi ben kimi seveyim?” dedi. “Her yerde seni arıyorum; bütün insanlarda, hayvanlarda, ağaçlarda seni arıyorum; beni öldür ama bunu yapma; hiç uyumadan gökyüzünde bile seni arıyorum, ama yoksun! Neredesin?” dedi, bir çok kez... Hiç duymamış gibi yaptım. Evimde, onun aşkıyla tırnaklarımla halıları parçalarken ama ona bunları asla belli etmeksizin, “Beni sevme, acı çekenleri, yoksulları, kimsesizleri, başkasına muhtaç olanları sev!” dedim.

Alışık değildi, acı çekenleri, kimsesizleri, başkasına muhtaç olanları sevmeye. Bu yüzden, ne yapsa, yetmedi ona. Ne yapsa, içindeki susuzluğu gideremedi. Bir ara başını örtmeye kalktı. Sonra birden açıldı, “Beden kutsaldır,” deyip hoşlandığı erkeklerle, sevmeden yatmaya başladı. Sonra içkiye verdi kendisini. Geceleri sessiz telefonlar açardı bana. Hiçbir şey konuşmadan, dakikalarca kırgın nefeslerimizi dinlerdik. Ruhlarımız, nefeslerimizden akıp birbirine karışırdı.

Ve bir gün oldu, bir daha hiç aramadı beni. Çünkü o da anlamıştı: Benzerler arasındaki aşk bu hayatın kurallarına çarpınca, ışığı gören filmler gibi solar...

Sonra duvarlarını yıkıp sokağa çıktı. Kalbini, iyilik yağmurlarına açtı. Kalbini iyi rastlantılara, aşklara, kimsesiz ve yoksul insanların çığlıklarına açtı. Sonra kalbini başka hayatlara açtı. Odalara sığamıyordu artık.

Bir daha hiç aramadı beni, ama ne zaman istesek, birbirimizi bulup hasret giderdik. Ne zaman istesek birbirimize sarılıp seviştik. Ne zaman istesek, en dibe inip orada birbirimizin gözlerine korkusuzca baktık. Bu yüzden yıllardır aramızda hiç durmadan çoğalan bir aşk, gidip gelir...

Aslında, o, beni herkesten iyi bilir. Çünkü ben, insanın bir başkasına muhtaç olduğu yerdeyim... Ben, onun aşkıyım. Yoksulları, çaresizleri, kimsesizleri sevdiği yerdeyim...


CEZMİ ERSÖZ

Küçük İstavrit...

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp hemen atıldı kancaya. Önce müthiş bir acı duydu dudağında, gümbür gümbür oldu yüreği. Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak ederdi denizlerin üstünü, neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak, bir yanda ölüm korkusu. “ Dudağı yarıklar “ denir, şanslıdır onlar,... hani görüp de gökyüzünü, insanı, oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare. Balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu; küçük istavrit anladı yolun sonu olduğunu; koca denizlere sığmazdı yüreği yüzerken. Oysa şimdi küçücük yeşil leğende, cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden; bir kedi yalanarak baktı gözünün içine; yavaşça karardı dünya. Başı da dönüyordu. Son kez düşündü derin maviyi, beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu; yürüdüm deniz kenarına; bir öpücük kondurdum başına. İki damla gözyaşından ibaret sade bir törenle saldım denizin sularına. Bir an öylece bakakaldı; sonra sevinçle dibe daldı gitti, tüm kederimi söküp atarak teşekkürü de ihmal etmemişti; birkaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme; sorar gibiydiler neden yaptın bunu diye. “ Bir gün “ dedim, “ Bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz, son ana kadar hep bir umudum olsun diye. “

[ Cengiz Erşahin – Zorluklara Karşı Kendini Ateşle ]

13 Mayıs 2010 Perşembe

??

28 yaşında olduğumu iddia ediyor nüfus cüzdanım. Ben hala 23 olduğumu düşünsemde... Neyse konumuz bu değil Dağıtmayayım konuyuda hayatımı dağıttığım gibi!

Ne diyordm? Heh evet 28 yaşında olduğumdan bahsediyordum. Bu ne demek bilinçli olarak 28 yıl geçirdim bu hayatta demek. Hayatı algılamaya başlıyalı en azından 25 yıl oldu demek. Yani kos koca 9125 gün / 219000 saat / 13140000 dk demek! Peki bunca saat bunca gün bunca hafta bunca yıl sonra birşeyler öğrenmiş olmam gerekmiyor mu bu lanet hayattan? Evet tabiki muhakkak birşeyler öğrenmek gerekiyor.Peki ben ne öğrenmişim. Koskocaman bir hiç! Hala tanıyamıyorum insanları. Hala hayata ne tarafından bakmam gerektiğini bilmiyorum.. 
off yazmakta istemiyorum. Yarıda bırakmam gereken hiç bir şeyi yarıda bırakamayan ben, hiç kimseye değilse bile kendime birşeyler anlatmak adına hiç yarıda bırakmamam gereken bu yazıyı yarıda bırakıyorummmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm!

ne diyorum? Ben bile anlamıyorum ki size nasıl anlatayım? En iyisi siktir edin okumayın! (bu çok lüzumlu küfür için özür dilerim...)

7 Mayıs 2010 Cuma

Taşınmak lazım, taşınmak...

Evet taşınmak lazım, eşyalarını da alıp gibi eski hayatından kaçmak; yeni bir odada yeni bir evde yeni bir sabaha merhaba diyebilmek. Önce biraz yorulmak belki... zibilyonlarca paket yapmak, akabinde tüm o paketleri taşımak açmak yerleştirmek.. Beğenmemek odaya şekil verememek tekrar değiştirmek. Olmayınca sinirlenmek, oturup düşünmek tekrar tekrar düzenlemek... Çoğu eski anıyı atmak (eski anılar atılmadan yenileri yerine konmaz çünkü! ) yenilerinin gelip doldurması için yerlerini boş bırakmak... Yepyeni ciciler almak, yeni evine-odana-dünyana... Hiç bilmediğin bir yeri senin yapmak:)

İstanbul'da ki ilk mask'ını satın alacak şanslı dükkanı belirlemek... Sonra o maskçıyla ahpap olmak, gelecek aylarda maaşının yarısını ona vermek üzere onun bile bilmediği bir sözsüz anlaşma imzalamak...

İkea'ya gitmek, kendineee cici aynalar, şeker nevresimler, renkli yastıklar ve daha birsürü şey beğenmek, çoğunu almak hatta ikea'yı kökten almak isteyip istememek arasında gidip gelmek...

Hayatına yeni birini dahil etmek, belki en yakının olacak belki uzagında kalacak birini hiç bilmeden hayatına müdahil etmek...

İşte haftaya planım buu, hatta hafta başına mı desem :) Hoplaya zıplaya, Yeni cici şeker tatlı bıcırık sevimliiiiiiiiiiiii ev arkadaşımın yanına, yeni evimee, hemde iş yerime çok yakın olan evimee, hemde arka bahçesinde hamak olan evimeeeeee, hem bahçesi olup hemde caddede olan evime taşınmak :))

Yepyeniiiiiiiiiiiii bir hayata hoşşşşşşş gidicem ben! şans dileyinnn :)

30 Nisan 2010 Cuma

;)

acilara gulumseyen anilarim, arsiz duygularim var....
evet hayyat son sozu soyler ama, benim de cumlelerim var....

negfretlik bir sesten, tapilasi sozler kulagimda, kadikoy, bostanci dolmusundan kalma...
simdi evde kapkaranlik bir odada karanliktan gelecek oculerden korkmakta.
.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Dilimde ki kesik...

Kutuplarda ayı avcıları buzların içinde jilet kadar keskin bir baltayı yerleştirip keskin tarafın üzerine biraz kan sürerlermiş. Bunu bilmeyen ayı gelip kanı yalarken dili kesilirmiş. Ama kanın tadından dilinin acısını fark edemez,kendi kanını yalamaya başlarmış. Damarlarındaki kan tükenince,olduğu yere yığılırmış. Avcı da gelip derisini yüzermiş. Avcılar ayıları kurşunlarla vururlarsa, ayının postu delineceği ve çok para etmeyeceği için bu yolu denerlermiş.

Bir şey anımsattı mı? Bana dilimde ki kesiği anımsattı... Sebebini farkettirdi belkide...

Av olmanın ne kadar kolay olduğunu gördüm, ağzımıza çalınacak bir lokma balın nelere kadir olabileceğini gördüm... Biz bir lokma ile yetinirken bizden neler alınabileceğini gördüm... Hayatta yıkılmam yere hep ayaktayım diyen birinin bile ufak bir zayıf noktasından kesilerek (zayıf nokta hep çok sevilendir ve kendisinin zayıf nokta olduğunu bilendir hep nedense...) yere yıkılmasının ne kadar kolay olduğunu gördüm...

İnsanoğlu işte, hayvanlara da birbirimize de av mantığıyla yaklaşıyoruz neticede...

cezmi abimizin kitabında okumuştum bu yazıyı.. okuduğum anda sızlamıştı dilimde ki kesik... İşte o kitapta yazanlar;

Yolculuğunda kendinize en yakın anınızdır dilinizi kanattığınız o an çünkü yaşamla da hesaplaşmaya başlamışsınızdır yaşananlarla da...
Hem bihaber davranışlarınız hem de ulu orta yapışkan alışkanlıklarınız can damarından yakalayıp sizi yere sermeye çalışacaktır elbette... Elbette sizde ona direneceksiniz, direncinizin yettiği yere kadar... Yetemediği yerde de yere yığılacaksınız.
Ve ve acı olanla bir kez de ölü olduğunuz o ilk an buluşacaksınız... O an kadavranız yerde, üzerinde-sayfalarında magazin ve intihar haberleri ile- birkaç gazete örtülmüş... Gezinen ayaklar ve bakan meraklı gözler altında,- aslında tam da bakan ve gezinenlerin yakın sonlarını anlatan bu tarih suretindeki resmediştir bu- her şeyin durup yeniden düşünülmesi gereken anıda beraberinde resmeder kanayan yaraya... Yaralarımızın kanamasına birde dilimizin kanaması eklenince vay haline o zaman... Uzayan sadece kendine ömür bulmaya çalışan 'aslında hepimizi uçuruma sürükleyen bir türlü farkına varamadığımız  belirlenmişliklerimizdir'aslında............oysa tufanını duygularımızın ve kendimizden bile saklamaya çalıştığımız karanlık istemlerimizin önüne geçebileceğimiz
Direncini taşıyabilirsek Bilinen bir öteki yüzü var elbette, kaygılarımızın kırılma noktasında... Kendimize dur diyebileceğimiz, kendine dur diyebilecek dinamiklerle örtüşebilirsek...

Bir dikme taş kılıksız bir derede bir anda dönüşebilir anlamlı ve kıymetli bir anıt'a

22 Nisan 2010 Perşembe

nokta.

nokta
acılardan daha büyük bir yer yoktur
bir tek evren var, o da kanayan bir evren
p.neruda
----

yine nokta..
hatta yetmez buraya nokta..
buraya gerek üçnokta...

. . .

20 Nisan 2010 Salı

Düş[(ün)(eme)]mek

Hey blog selam...

Sana bir şeyler yazmak istiyorum ben ama ya yüzeysel olacak yazdıklarım şu an, ya da bodoslama derine giricem.. Arada düşünemiyorum, arada konusamıyorum bu aralar...

Ya boş boş bakıyorum, boş düşünüyorum.. Ya da sürekli hayatı sorguluyorum nedense...

Çevremdeki insanları inceleme gibi bir huy oluştu bende, napıyorlar, neler dinliyor neler konusuyorlar, susuyorlarsa nelere susuyorlar, nasıl yemek yiyor ne tarz giyiniyorlar bla bla bla... Bunlardan ruh hallerini çıkartmaya çalışıyorum becerebildiğim kadar..

Ve görebildiğim tek şey çevremde, kocaman bir yalnızlık ve büyük büyük çemberler(ahhh blog taktım ben bu çemberlere, kafamın müsait olduğu bir gün çemberide yazacağım sana hatırlat)... Herkes bir hayat telaşında bir yerden bir yere yetişme çabasında koşturuyor. Kimi çalan telefonuna utangaç gözlerle aa canım bende seni arayacaktım ne zamandır. Hep aklımdasın aslında ama bir türlü denk gelemedik diye yalanlar uyduruyor istemsiz, kimi neden beni hiç aramadın diye sitem ediyor, oda aramamış olmasına rağmen...

Kimi iş yerinde çok çalıştığından şikayetçi hızlı hızlı yemegini yemek yiyor. Sanki bulunduğu yerden bir an önce kaçmak arkadaşlarından bir an önce uzaklaşıp kendini kocaman yalnızlığının içinde işe boğmak ister gibi, kimisi de belki biraz konuşabilir, birşeyler paylaşabiliriz edasıyla tabağındakilerle oynuyor yemeği uzatıyor yalnızlığında boğulmamak için...

Yani blog yaşam sürecimizi iyileştirdikçe zaman (sadece iletişimden bahsetmemekteyim.) bizi kocaman bir yalnızlığa itiyor sanki...

İnternette, telefonda e-mailde anlatabilirken bütün istediklerimizi, yüz yüze geldiğimizde sanki sadece suskunluklar anlatıyor gibi bizi... Böyle olmadık mı son zamanda, yazabilir ama konuşamaz olmadık mı? iki bilgisayar verseler arkadaşımızla buluştuğumuzda bize, sanki konuşmaktansa daha iyi yazabiliriz yan yanayken bile...

Offf.. yine saçmalıyorum.. ciddi ciddi iş edindim saçmalamayı..

Sen boşver bunları blog, saçmalıklarımı affet... Sanırım kendi yalnızlığımı örtmek düşünmemek görmemek için sürekli insanların davranışlarını yalnızlıklarını incelemekteyim bu ara...


Derine de inmeden yüzeyselde olmadan, yine anlatmak istedikklerimi anlatamadan sona geldim bile bak..
Buda böyle bir yazı olsun. İsmi de düş[(ün)(eme)]mek olsun...

Görüşürüz blog. Daha keyifli yazılarda görüşürüz.

16 Nisan 2010 Cuma

Ankara'da aşıık olmamalı insan...

Çok Severdim bu şiiri, hala da severim... kim yazmiş kime yazmış bilmem ama severim..
Paylaşmak istedim, öylesine...

Kaç alın yazdıysan bana, kendimin saydım biliyorsun.
Kaç adım kaldıysa adına, zincirleme kazadır hepsi…
Sussam,
gözlerin neyi hak edecek ki…
Yarı çıplak bir iklimin serüvenine takılmıştı gözlerim.
Kabuğu soyulmuş, hamsı cinnetlerin tadını çıkarıyordum.
Sene bilmem kaç.
Gürül gürül yanan gözlerinin sahte teferruatında kızartırken aldanmışlığımı,
üzerine yeminler ettiğin adımdan tiksiniyorum.
Helalinden saydığım ne varsa, ağzımda paramparça.
Kaldırıp atmaya tenezzül etmediğin serseriliğime paha biçiyorum.
Benim senin kadar acemi terklerim olmadı…
Söylediğim her ‘hayır! ‘dan kaçmak isterken, karşıma ustalığın çıktı.
Ardıma bakarak irktiğim oldu, aklımı başıma seferber edemeden yittiğim…
Hepsinden habersizsin!
Kendisi toplamlarından çıkarıldığında,
toplamlarının toparlanamadığı bir hesapsızlıkken sen,
hesapta olmayan üveyliklerin zamansız yordu.
Şimdi kalkıp gitmek vardı içinden…
Neden durup bakmadın parmaklarıma basarken?
Neden ’sür! ‘ dedin kelimelerini, cahillik diz boyuyken saltanatında?
Su toplamış göz bebeklerime batırdığın çuvaldızlar, kendine iğnesiz şimdilerde.
Başkasına başkalaşmayacak değilsin!
Yeter ki, rahat bırak elif- ba’larımı…
Düş-tün,
Düştüm…
Düş tümceli italiklere uğurlarken mağrurluğumu, gözümden düştüm.
Koridorlara sığdırdığım kentler soğudu, kalbim ürpermiyor artık ölülerden.
Senin de bir ölü olmadığını kim ispatlayabilir?
Kim kaldırır yol üstü cinayetlerinden aşklarını?
Limanını terk ettiğin gemilere dönmeye gücün yok!
Tükeniyorsun, görmüyor musun?
Bu sıkı yönetim,
bu karatma geceleri,
bu suç, sokağa “çıkma” yasağını yasaklamak için avutulmuştu günlerce ellerimizde.
Yazık! Aforoz ettin aklımı hiç yere.
Kurallı- bileşik suçlarına suç ekledin.
Susuyorsam, cezanın da bir suç olduğunu bildiğimdendir.
Susuyorsam, kahrolsun hümanizm!
Susuyorsam, cinayetsin bakışlarıma…
Yalnızca başını hatırladığım ilkel bir yalnızlığın belirginliğiydin.
Arada başı bozuk ispiyonlar vardı, bacaklarımdan düştüğün yollar…
Dizlerime sahip çıksaydın, anlardın alnında ağrıyan kış uykularını.
Bilseydin, bu kadar ürkmezdin kendinden.
Ki yoktun sen.
Yoldun ya da.
Ve ben seni, “yolculuk” oynarken kaybettim.
Yollarımda, mızıka çalan şehla şehirler yoktu.
İntihar süsü verilmemişti henüz aşklara.
Şehirlerarası bakışmalar olanaksızdı.
Kelime oyunları, boynu bükük zafer işaretleri kadar coplanmamıştı “nezakethanelerde…”
İşte bu yüzdendi bütün kazalara “sen” deyişim,
işte bu yüzden düşüyordun alfabenin en kaygan yerinden.
Yıldızlarca değil, yıllarca uzaktın benden.
Gökten üç elma düşse, ağlardım gizliden…
Kendime gitmenin vaktini geçiyor yelkovan kuşları.
Ne çıkar tutmuşsam saçlarını rüzgarın, koşmuşsam peşinden ciğerlerim patlayana kadar,
caymışsam sevdamın ev sevdi yerinden.
Bir ayvaz ağıdı seğirtip yakaladı işte şahdamarımdan.
Ne fark eder beni sevmişsin, sevmeye yeltenmissin, sevmemeliymişsin…
Ben kendi aşkımdan sorumluyum!
Kentsizliğine acıyorum kahkahalarımla.
Cesedindeki şiirleri yolduğun tırnaklarımdan soyunuyorum.
Seni bağışlamıyorum!
Ne kendime,
Ne yollara,
Ne de vaadi yitik istirhamlara.
Bugün, saçlarımı kestim zülfükarla. Belki artık beğenmezsin beni.
Sola dönüşü olmayan tabelalardan, bir gün sökeceğim sokağını
ve öylece kaybedeceksin beni ciltsiz kusurlarımda.
Beni hep arayacaksın…
Kilometreleri ben koymadım ki oraya!
Neden “bitsin! ” denilen yerden sökülmüyor bu sevda, mani oluyorsa sana?
Neden masallarla uyuttun kulağıma söylediğin türküleri?
Hiç hakkım yok mu uçaklarla selam söylemeye gözlerine?
Hırpalanmış sesinin içinde bile, suçunu gizleyecek kadar suçlusun!
Gökten üç elma düştü,
Gözümden üç kent,
Ağlamadım açıktan…
Anladım.
Ankara’da aşık olmamalı insan…

dün bugünün habercisiydi... bildim, birşey yapamadım.

Dün yine değişik karmakarışık saçma bir gündü... Akşam çok güzel bir yemek, sevdiğin insanlar, hoş bir sohbet, yeni bir arkadaşlığa ilk adım, güzel bir film.. Yani eğlenceli bir zaman dilimi...

Sonrasında ev, telefonlar, karmaşa, kaos ve hüzün...

Akşam ne kadar güler yüzlüydüyse, o kadar ağlamaklıydı gece de..



Dün olan tüm kötü şeyler bugünü ve yarını hedefliyor, biliyorum bu karmaşa git gide artarak üzerime dogru geliyor ve ben hiç bir şey yapamıyorum kendimi kurtarmak adına!

Kafam karışık blogcuk, hayat bayağı bir kilo almış bu aralar ve inatla sırtıma binmek istiyor..

Nasıl yapmalı? Nerelere kaçmalı??

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ay sonunun dayanılmaz hafifliği çöktü üzerime :)

blogcuk bana birşeyler oluyorr :)

nasıl bir keyif yapıyorum bir bilsen :)))
şimdi anlatıyorum bak dinle :) 30 tane firmam ve bu ay yazılması gereken 5 tane projem var.. Bu ne demek? Ay sonuna kadar bir dakika durmadan çalışman gerekiyor nefertiti demek.

Pekimm nefertiti ne yapıyor? Dirseğini masaya dayamış, elini çenesinin altına koymuş boş boş miskinlik ediyor. Hatta utanmamış koltukta arkasınaa yaslanmışşş öylece bakıyor karşıya sanki iş yerinde değilde tatil kasabasında mubarek :) bir güneş gözlükleri birde votka portakalı eksik.

offffffffffffff.... Aslında bir dünya iş var yapılmayı bekleyen. Hatta sıkıştımmmmmmm, yetişmeyecek ki bu işler. iş bu raddeye geldi ya, şimdi daha bir tatlı geliyor oturmak!! Hiç başlama niyetim yok ne kadar geciktirirsem o kadar zararına oldugunu bildigim o işlere. inatla otururum öyle, kocaman gözlerimi devirdim kapıyı seyrediyorum :) düşünüp duruyorum boş boş..

Hoşgeldin bahar, keşke birazda çalışma şevki getirseydin.. :))

Sabahlar olmasınnnnn! diyorum.. ve ekliyorum ben bu keyifle gidersem bu gidişle ay sonuna kadar zaten sabahlar olmayacak çalışmaktan :))

uykucu kedicik.















Dün öğle yemeğimizi yedikten sonra şirkete gitmeden bir çaybahçesine gittik.. Malumunuz dün benim keyif günümdü, işi gücü serip tüm gün kendimi hayladım :)) O çaybahçesinden bir kedicik işte.. Kedicikk sana bir çift sözüm var!! Bende senin gibi böyle uyuklamak, o çay bahçesinin duvarında böyle uzanmak, önüme gelenin yemeğinden bir parça ısırmak sırtımı güneşe verip gözlerimi böyle kısmak, dünya yansa umursamamak istiyorum...

13 Nisan 2010 Salı

formspring.me

Ask me anything http://formspring.me/nefertiiti

12 Nisan 2010 Pazartesi

daralmak

blogcuk, galiba kafayı yiyorum!


Kendim kendime agır geliyor bugün. Kirpiğimin kenarında bir damla yaş var akmayı bekleyen; ne akıyor, ne kuruyor anlamıyorum!

Saçma sapan tripler fırlatıyorum çevreme de asıl kırıldığım kişiye tek laf edemiyorum.

Neden hep zor olmak zorunda hayat. Niye komplike herşey? Beynim neden düşünmeyi bırakmıyor arasıra! Tatil istiyrum beynime, bir uçak bileti alıp taaa canada'ya yollamak istiyorum onu. Biraz huzur bulabileyim diye..

Kimseye inanmak gelmiyor bugün içimden, iyi olan hiç bir şeyi düşünmek istemiyorum. Her şey kapkara tüm yollar tıkalı çıkışları bulamıyorum.

O bir damla yaş aksa bunların hepsi bitecek biliyor ama akıtamıyorum...

Ruhumu tırnaklayasım içimi kanatasım var... Küçük bir kkaplumbaga olasım evimi sırtıma alasım içine saklanasım var.

ilk bulduğum kucaga yatasım, saçlarımı okşata okşata uyuyasım var... Anneeeeeeee nerdesin anne?

blog adım değiştiiiiiiii =)

Efett kendi adımıda blog adımı da değiştirmek durumunda kaldım :) Hala minik bir kaplumbağa olsamda mecburiyetler dogrultusunda profil yenilemeye gitmek zorunda bırakıldım!!! Hayat işte insanoğlu kuş misali :)

Pekiimm neden kırıkbiblo o da ne ola ki diyenler için;

Bknz: (eski tarihli bir yazımız)... Aslında biraz depresiftim bu ismi alırken yine birilerinin yerine konmuşum gibi hissediyordum.Nedense beni hep birilerine benzetirler, birilerinin yerine koymak isterler. Nedendir bilmem, olmamı istedikleri kişi olduğumu düşünür, sonra o kişi gibi davranmadığım durumda da bana kızarlar :) iyi de kardeşş ben mi dedim beni benzet o san diye! Hatta ben nefret bile ediyorum böyle düşündüğünüzde.. Ben kimse değilim, ne eski sevgilinizim sizi çok seven, nede bırakıp giden size küsen arkadaşınızım. Kim senin hayaletlerini aramayın artık bende! şu an iyi hissediyorum o nedenleri çok derinine inip anlatamıyorum konuları neyse siz yazıyı okuyun anlarsınız ne demek istediğimi :) neşeli olsaydım dün akşamsı, ağlamiyor gülüyor olsaydım, tam mideme bir sızı saplanmamış olsaydı, boşlukta süzülüyor gibi hiissetmeseydim daha neşeli daha cıvıltılı bir isim bulurdum kendime.. Ama artık yeter değiştirmiyciiiiiiim :)
Haydi sustum başlasın yazımız! :)


Kırık biblo

apaçık ortada olan şeyi zorlamak niye? neden bu çaba.. düzelmeyecek ki.. kırılan tamir edilmez ki... yerine yeni/si alınıp konur. kırık parçalar başka başka parcalar eklenerek toplanmaz.. uymuyor uyamıyor.. o parcanın kırıklarından biri degil çünkü...olamaz!..

hani kırılmıstır en sevdiğiniz biblonuz, bir hışım toplarsınız parcaları, yapıstırmak yeniden var etmek istersiniz.. eskiye döndürmek her şeyi, hani kırılmadan öncesine.. hani o dolabinizin kenarindan size gülümse/digi günlere.. ama bir türlü oturmaz o parcalar yerine, bir kaç küçük belkide en büyügü özü! parça yoktur cünkü artık ya da incinmiş kaybetmiştir yapısını.. ugrasırsınız ugrasırsınız ugrasırsınız.. bir türlü denk gelmez! olmaz eskisi gibi..  illaki catlakları görünür, illaki boşluk/tur küçükde olsa bi kısmı..

acıdır işte bunun adı; eskiye dönememenin acısı..
işte öyle..

Şimdi birde bu parçalarin birinin hemde en büyügünün kayboldugunu düşünün!.. başka bir biblo, çok benzer/i!.. kırsam? bir parça alsam? koysam oraya... benziyor, oluyor gibi.. kırılan bir biblo olsun... ucuz, alalade bir biblo... senin biblon tamir olacak ya! döneceksin ya eski günlere.. hani o dolabin köşesinden sana gülümse/diği günlere..  olmadı işte bak.. olduramadık alalade biblolarla biblonu, tutmadı öz/ü, benzemedi eskisine.. daha bir somurtkan sanki, biraz daha gül/se.. gözleri ısıldasa biraz! benzeyecek ama.. neden tutmuyor neden olmuyor eski/si gibi? oysa her şey aynıydı.. yapabilirsin sanmıştın!!.. yapamadın işte.

acıdır bunun adı; eskinin yeniyle iyileşememesinin acısı..

ne sen becerebiliyorsun biblonu tamir etmeyi, ne kırılan o ucuz biblo becerebiliyor bu  oyun/u sürdürmeyi...

acıdır işte bunun adı da; üç noktaların acısı..

bla bla blaaaaaaa....

(25.9.2008 02:05)

11 Nisan 2010 Pazar

nerden okudum ben bu yazıyı şimdi! agzıma etti gece gece!!

 Yazı beni fena halde aptallaştırınca, keyfimin düşüncelerimin beynimin içine edince paylaşmak istedim.. Alıntıdır kendileri

Bir düşün gizlendiği karanlıktan seni çekip alacak kelimeleri bulamadım hala. Bulduğun kelimelerin güçsüzlüğü karşında takındığım ezikliğimi anlamandan korkuyorum. Susuşlarım ondan. Oysa sevgi denen şey arsız bir sarmaşıktır demiştim bir yazımda... Arsızlığı karışında ki yenikliklerim tanıdık da, cümlelerimin güçsüzlüğü karşısında ezikliğim çok yeni.


Kelimelerim en etkin silahımken, elimden alınması düşmana yenik düşmüş bir esir gibi bırakıyor beni karanlıkların içine. Öyle bir karanlık ki kılıcı ile kesiyor tüm ışıkları... Işığın kesildiği yerde kör oluyorum. Körlüğün başladığı yerde, doğman neden?


Nedenlerin sonuçlanamadan bir avuç kumla örtülüp, gömüldüğü ve unutulduğu olmadı değil. Unutmadığım, unutmalarla iyi anlaşamadığım için, belki karanlıkları sevmelerim.
Ürkütür ya zifiri karanlık, bir ıslık tutturursun, kendi sesin bile tanıdık gelmez, yabancılaşırsın her şeye. Yabancılığının karanlığında, kendime yabancılaşmam belki de karanlıklara ıslıkla seslenmeme sebep. Karanlıktan çok, kendimi kimsesiz karanlıklarda kaybetmekten korkuyorum... Ellerin nerde?


Islıkla uğurluyorum nedenlerin düğüm olduğu karanlık yalnızlığından seni. Kalemin yüreğime batırılmış bir hançer. Yaramdan akan mürekkebin rengi kan kırmızı. Yarım bir düşün, tam bir gerçek edemediği yarım bir masal şimdi bu öykü... Yarımlığım karşısındaki umursamazlığın neden?


Dudağımda ayrılığın Türküsü. Hoş çakalların erken geleni hasrete dönüşüyor... Islığım o yüzden buram buram hasret kokuyor. Vuslatın bu kadar uzak oluşu neden?


Dar bir pencereden gökyüzünün görünüşü gibi şimdi özgürlüğün. Benim yalnızlığım kadar uçsuz bucaksız ama rengi mavi... Kara yalnızlıklarım da, ışıksız simdi terk et beni!


Islığım hala dudaklarımda, ürkek ve içli. Gelişin gibi, gidişinde yalnızlığımdan koparamadı beni...Varlığında yokluğunu yaşamaktansa, yokluğunu yaşarım kana kana. O zaman yokluğunda ağlamalarım neden?

Dediğim gibi; Yüreğin varsa, hadi şimdi terk et beni!

Yoksa yüreğimdeki yaradan damlayan kan boğacak bizi...

10 Nisan 2010 Cumartesi

büyükk adaaa!!!



bugün büyük adaya bisiklet sürmeye gittik. Ne kadar uzun süre olmuş bisiklet sürmeyeli...Tam bir ada turu yaptık, durmadan.. bisikletleri elimize alıp yürümeden.. Yoruldum, bacaklarım iflas etti... Sigaraya bir kez daha lanet ettim, ama değdi. Sevdiğim insanlar, temiz hava ve spor...

Günler sonra ne iyi geldi...

Şimdi arkadaşta, ikinci şişe şarapta, keyfe dem vurmaktayım...

Hayat güzel, kim ne derse desin...

9 Nisan 2010 Cuma

Mizan Nedir? Gelir Tablosu Nedir? Bilanço Nedir?

Bilmiyorum!! Bilmiyorum!! Bilmiyorum!! tamam görünce hepsini tanıyorum fakat, mizan ne işe yarar gelir belgesi nedir? Nasıl okunur bu meret dosyalar anlamıyorum ki? muhasebeci miyim ben? Bana neden soruyorsun kısa vadeli borçlar toplamını,  hakediş gelirlerini? Proje yazar Proje okurum ben bilmem ki mizan falan? Sonra kafam karışır öğlenin bi köründe 12:30 da firmayı ararım! Sanki herkes benmiş ve onlarda yemek yemiyormuş gibi!!!

- Iığğ ama şey yemekteler(hatta bende yemek yiyordum sen arayana kadar imasında bir ses...)
Haksız mı? Haklı tabi, insan bir saate bakar aramadan! Yemekte olacaklar tabi! öğle tatili diye bir şey var!!!!

Birazdan geri arayacak muhasebecileri,
-aaa onları mı soruyorsunuz, dün gönderdiğim belgelerde vardı oysa.. (salak muamelesi...)
-Gönderdiniz de ımm şey ben bulamadım o kısımları (ben sana hiç ar-ge sistematiğini anlatmıştım haydi yaz bakalım diyor muyum?)

Ve telefon çalıyor...!!!

Neyse ki anlayışlı bir arkadaşımız çıkıyor ve bilgileri hemen göndereceğini söylüyor!
Bir kez daha mahçup, düşüncelerinden ve muhasebe yetersizliğinden utanmış ben! Her seferinde bu kez bulacağım diyip niye evrakları istersin be saf! direk yaz sana gerekli maddeleri onlar yollasın değil mi?

Yaaaaaaaaaa! Yok mu bana muhasebe kursu verecek bir hayır sever?????????

8 Nisan 2010 Perşembe

İnanılmaz bir şey insanın kardeşinin olması :)

Az önce şirketin kapısı çaldı, muhasebeci ablamız kapıyı açıp bana kargom olduğunu şahsi olduğu için imzalamam gerektiğini söyledi :)

Önce bir şaşırdım! Kim bana kargo gönderecekti? Kimse!

Gidip kağıtları imzaladım ve kargocuyu geçirdim :) Gelip kargo paketini açtım, kardeşimden gelmişti... içinden şirin küçük kalpli kırmızı bir jelatin poşet çıktı :) içini merakla açtım ki ne göreyim :) Bir paket çikolata!! hemde en sevdiğimden, jelatini karıştırınca pembe bir postitle poşetin içine yazılmış küçük bir not...

"Seni seviyorum abla'mmmm :) "

Bende seni seviyorum, hem de çok seviyorummm tatlı şirinem benim :))) çokçana da özledim...

İzmir'e sevgilerimle!

7 Nisan 2010 Çarşamba

ismi yok bu yazının kendisi var...

Ay, aslında eğlenceli şeyler yazmak istiyorum ama kendimi de anlatmam gerekiyor?

O zaman şöyle başlayalım, biraz eğlenceden uzak olsun :) Bendeniz herşeyi herkese anlatabilen fakat konuların özünü kendisine saklayan bir kaplumbağayım. Herkes hayattım hakkında fikir sahibi olduğunu ve beni tanıdığını iddia eder ama aslına bakarsanız kimsenin benimle ilgili bir bok bildiği yok. bu blogu açmama neden olanda bunlar zaten, hani demiştim ya, house'un bu haftaki bölümünde (05.04.2010 - digiturkte yayınlanan bölümden bahsediyoruz.) haftanın hastası housenin yeni puzzle seçilen sarışın ablamız -ismini bulmaya çalışsamda bulamıyorum- bir ilişki içerisinde ve erkek arkadaşıyla aynı evde yaşıyordu fakat oda benim gibi hisediyor ve anlatmak istediklerini erkek arkadaşı da dahil olmak üzere en yakın çevresine bile anlatamıyordu. Bu nedenle bir blog oluşturmuş ve blogunda tüm hissettiklerini, en gizli ve özel olanlarda dahil paylaşıyor, blog arkadaşlarıyla -ki benim henüz tek blog arkadaşım bile yok, umuyorum yakında olacak- sorunları hakkında konuşabiliyor, hayatı hakkında hiç tanımadığı bu insanlardan yorumlar alıyordu. O an oymuşum gibi hissettim, aslında yakın hissettiğim ama aramızda daglar kadar mesafeler olan yakın çevremle paylaşamadıklarımı, burada kendime anlatmayı istedim. Hem belki ben kendime anlatırken birileri de dinler ve bana yorumlar yaparlardı, belki bu yorum yapanlarla arkadaş olabilir ve konuşabilirdik, onlar beni okurken bende onları okuyabilir birşeyleri paylaşabilir konuma gelebilirdik??

olur muydu? bilinmezdi... denemeden gerçekten bilinmezdi..

Evet bu ilk yazı, o zaman ismi tanışma olmalı...

Beğenerek izlediğim House M.D. dizisinin son bölümüdür bana bu blog sayfasını açtıran. Bölümde sarışın bir ablamız vardı ve ne yaşıyor ne hissediyorsa bloguna yazıyordu.Etkilendim!. Çünkü tekim bu şehirde ve gerçekten konuşacak, herşeyi anlatacak birisi yok yakınlarımda.

Yukarıda da dediğim gibi ben tek başıma istanbulda yaşayan İzmir'li minik bir kaplumbağayım. Bir kaç ay öncesine kadar ev arkadaşımla mutlu denilebilecek ( hala emin değilim...) şekilde yaşıyorduk. Ta ki o beni delirtene kadar. (Konuları teker, teker daha sonra ele alırım o sebeple bu yazıda detaya girmeme kararı aldım.)

Ve işte bu ayrılık sonrasında tek başına yaşayan evini sırtına ağır geldiği için bir oda bir salon daire tutmuş ve bu daireyide üsküdar civarlarında bırakmış bir kaplumbağanın hayatıdır bu sayfada okuyacaklarınız... (Tabi okuyan birileri olursa şayet..)

Kendi halinde bir şirkette projeler departmanında çalışıyor bu minik kaplumbağa, iş arkadaşlarını, patronunu, şirketini ve çoğu müşterisini seviyor ama çoğu zamanda bunalıyor iş yerinde...

Bazen kaçıp gitmek istiyor bir sahil kıyısına, bazense şehrin ve hayatın en merkez noktasında olmak istiyor.Yalnızlığın getirisiyle yazacak bu sayfaya, en yakınındakilere anlatamadıklarını anlatacak burada, içinden geleni haykıracak, bazen umut dolu olacak yazıları, bazen lanet edecek hayata.. Ama paylaşacak herşeyi burada! En yalansız noktası olacak bu sayfa, en doğruyu yazacak hep buraya..

Minik bazı hayalleri var bu kaplumbağanın hayata dair; bazen bir kırtasiye açıp kitap, defter ve ofis malzemelerinin içinde kaybolmak bazense sinek avlaan bir süs eşyacısı olup ahşap işlemeli biblo ve tablolar arasında kasa başında kahvesini yudumlayıp kitabını okumak gibi...

Tek öğrendiği de bir şey var hayatta; Sev ki sevilesin, mutlu et ki mutlu olasın... Acımaktan, canını yakmalarından korkma... Çünkü çekildikçe sen kabuğuna yükün artar yorulur ilerleyemessin... ama unutmamak gerek ki Ağır Adımları kaldırmıyor Hayat!!!...

Sevgiyle.